Capital Dergisi | Ağustos 2017 Sayısı

Mehmet Öğütçü | Enerjik Bakış Köşesi

 

İçinde yaşadığımız kritik dönemde Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin yönetimi çok zor. Hem Ankara tarafı hem de Brüksel cenahında ilişkiler çoktan rayından çıkmış görünüyor. Son darbeyi kimin vuracağı merak ediliyor.

12 Temmuz’da Brüksel’de katıldığım Türk-AB ilişkilerinin geleceğine dair “European Policy Center” toplantısında verilen mesaj son derece açıktı: “Şayet ilişkilerin yeniden toparlanması ve rayına oturması isteniyorsa neler yapılması gerektiği belli; yani, top önemli ölçüde Ankara’nın sahasında. Brüksel, özellikle de siyasi Brüksel, son darbeyi vuran taraf olmaktan özenle kaçınıyor”.

Bu işin şakası yok. Yarım yüzyıllık kazanım ve bağlar, şayet mevcut gidişat ciddi şekilde dönüştürülemez ve doğru adımlar atılmazsa, bütünüyle heba olabilir. Sanıldığı gibi Türkiye’nin kendisine alternatif olarak oluşturmaya çalıştığı Rusya, Çin, Hindistan, Körfez ülkeleri bu geniş kapsamlı ilişkinin alternatifi değil. AB, hem kapı önündeki komşumuz hem de ekonomik bakımdan Türkiye açısından “olmazsa olmaz” bir ticaret, yatırım, teknoloji, finansman ve turizm ortağı. Aynı zamanda beğenelim ya da beğenmeyelim bir medeniyet projesi.

Ne Şangay Beşlisi ne Avrasyacılık Türkiye için AB ile ilişkilerin yerini alamaz. Trump yönetimindeki ABD de Ankara için umulduğu gibi güçlü bir Atlantik ötesi ortak olarak ikame edici olamayacağını gösterdi. Türk-Rus ilişkilerindeki hassas denge, satranç ustası Putin’in direksiyonunda Moskova lehine kıvrıldı.

Bu ortaklıkların hepsinin yeri ayrı ve birbirinin tamamlayıcısı, alternatifi değil.

Dünya’nın ekonomik, güvenlik ve teknoloji patronları belli. Görünür gelecekte de değişmeyecek.  Halihazırda Çin, 21.3 trilyon dolarlık ekonomik hasıla ile, dünyanın en büyük ekonomisi. Onu, 19.2 trilyon dolarla Avrupa Birliği izliyor. ABD ise, $18.6 trilyon ile üçüncü sıraya gerilemiş durumda. Dördüncü büyük küresel ekonomi Hindistan ($8.7 trilyon), beşincisi Japonya ($4.9 trilyon). AB’nin en güçlü ekonomisi Almanya 3.9 trilyon dolarlık bir ekonomiye sahip. Rusya, son yıllarda ekonomisinden ziyade dünya pazarlarına sunduğu hammadde, enerji ve askeri pazuları ile etkili bir oyuncu olarak sivriliyor.

Hiçbir dönemde ülkemizin dış menfaatlerinin bu kadar yoğun şekilde iç politika hesaplarına kurban edildiğini, bu kadar çok ülke ile çatışma ya da gerilim içinde olduğumuzu, kuşatılmış duygusu yaşadığımızı görmemiştik. Türk düşmanlığı, İslam düşmanlığı, Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı, bizi kıskanan, bölmek isteyen karanlık güçler üzerinden kurgulanan siyasi söylemler nedeniyle ilişkilerimiz, menfaatlerimiz ciddi ölçüde zedelendi, zehirlendi.

Zaten ağır aksak yürüyordu tam üyelik müzakereleri ve kimse de nihai hedefe ulaşılacağına inanmıyordu. Aldatmaca iki tarafın da işine geliyordu. 2008’den bu yana ise aday ülkeyle yürütülen ciddi müzakereler olmaktan çıktı, kısa vadeli, pragmatik  işlevsel temelde yürütülmeye başlandı. Sadece Ankara’nın ev ödevlerini yapmaması nedeniyle değil, Türkiye’ye karşı dürüst olunmadığı, AB siyasal geleceğini  ve Türkiye’nin adaylığını gerçekçi bir reform girişimi içinde konumlandırmadığı, iç sorunlarına odaklandığı, münhasıran kendi dar ekonomik ve güvenlik çıkarlarını gözettiği, ayrıca Türkiye’yi katı koşullarla siyaseten de dönüştürmek istediği için bu noktaya savrulduk.

Zamanında başta Sarkozy olmak üzere Avrupa’da yükselen popülist, ırkçı sağ siyasetin Türkiye karşıtlığı ile AKP’nin kendi ideolojisini öne çıkarmak için AB’den uzaklaşma politikası adeta menfaat birliğine dönüştü, ortak sorumluluk içinde yürütüldü. Üyelik perspektifinin olmaması, müzakerelerin AB tarafından türlü engellerle fiilen sona erdirilmesi (başlangıçta iyi niyetle üyelik koşullarının yerine getirilmesi için yoğun çaba sarfeden) AKP’nin elini güçlendirdi, Avrupa’ya tepkisini haklı gösterdi geniş kitleler nezdinde.

Bu noktadan sonra ilişkiler kopar ya da daha da gerilerse ileride tekrar bugünkü düzeyine çıkartılabilmesi hayli meşakkatli olacak. Avrupa’da yaşayan 5 milyonu aşkın vatandaşımızın haklarının etkin kullanımını, kamusal alandaki statülerini, yaşadıkları ülkenin siyasetinden beklentilerini ve çıkarlarını olumsuz yönde etkileyecektir bu gelişmeler. Avrupalı Türkleri birer “rehine”, birer “araç” olarak görmek, onların evsahibi ülkelerdeki geleceklerini  tehlikeye atıyor. Zaten yaşadıkları ülkelerde eğreti görülen vatandaşlarımız, hangi siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar, daha da riskli bir duruma geldiler. Kriz zamanla geçebilir ancak Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız için bunun izleri kolay kolay silinmez.

Hollanda ile Srebrenica meselesinin gündeme getirilmesi, AB ülkelerini de seçim meydanına çevirme çabaları, diplomatik krizin İslam-Batı karşıtlığı içine çekilmesi, Almanya’ya yönelik büyük infial yaratan soykırım, Nazizm, faşizm gibi ifadelerin dile getirilmesi aramızdaki köprülerin kısmen yakılması, psikolojik kopuş yaşanması sonucunu doğurdu. Dahası, AB’nin defaatle tam üyelik sürecinin “ölüm fermanı” olarak göreceğini açıkladığı ölüm cezasının geri getirileceği de sıcak gündem maddesi olarak ilişkilerin tepesinde “Demokles’in Kılıcı” gibi sallanıyor. AB’nin de empati gösterdiği söylenemez.

Aslında Rusya ve İsrail’e karşı söylemler dahi bu kadar sert değildi. Dışarıdan bakınca Türkiye’nin üyelik müzakerelerini sonlandırmaya hazırlandığı görüşü ağır basıyor.  Ama, Ankara tek taraflı bir karar alarak bu tarihi yanlışın sorumluluğunu üstlenmek istemediği için hükümet adeta AB’yi bu yönde karar almaya zorluyor. Sanki siyasal denetlenebilirliği sağlayan, hukuk devleti ilkelerini koruyan AB gibi ulus üstü mekanizmalardan kurtulmak istiyor gibi.

Peki gelinen noktada hasar kontrolü için ne yapmak gerekiyor? Çok umutlu değilim ama ilk adım, bugünün karmaşık gerçekleri göz önüne alındığında, her iki taraf da birbiri ardına patlak verecek yeni krizlerden kaçınmak için soğukkanlı davranmak, çatışmacı dilden uzaklaşmak ve yakın gelecekte gerçekleşme şansı olmayan tam üyelik müzakerelerini şimdilik güvenli bir limana demirleyip çabuk ve sorunsuz ilerleme kaydedebilecek “kazan-kazan” alanlar üzerine yoğunlaşılmasıdır. Tam üyelik gelecekte başka iktidarların ve konjonktürlerin işi artık.

Aslında Birleşik Krallık ile Brexit müzakereleri, Ankara ile Brüksel arasında daha yakın, daha iyi tanımlanmış ve daha dürüst bir ilişki için fırsat oluşturabilir. Bunun, gevşek, çok vitesli bir AB üyeliği anlamına gelip gelmediğini, şimdiye kadar modası geçmiş gümrük birliğinin ötesinde nevi şahsına münhasır (sui generis) statü mü yoksa ısmarlama bir antlaşma mı olacağı, önümüzdeki iki yıl içinde Birleşik Krallık ile müzakerelerin nasıl süreceğine de bağlı. Brexit’in, AB’nin gelecekteki yönü ve geometrisi ile ilgili gündeme getirdiği meşru sorular aynı zamanda Türkiye için de geçerli.

Türkiye ile AB’nin ortak bir gündemi var aslında.  Terörle mücadele, Suriye’deki savaşı sona erdirme, göç akımlarını yönetme, deniz güvenliği ve enerji ikmal güvenliği, gümrük birliğinin değişen koşullara uyum sağlayacak, tarım ve hizmetleri de içine alacak şekilde modernizasyonu, kültürel ve eğitim çalışmalarının derinleştirilmesi, bilim ve teknoloji işbirliği gibi.

Yılan hikayesine dönen vizesiz dolaşım hakkı da gecikmeksizin bir orta yol bulunarak tanınmalıdır. Ukrayna, Gürcistan ve Umman’a tanınan bu hakkın Türkiye gibi en eski tam üyelik adayına verilmemesi kabul edilemez. Kıbrıs sorununun çözümünde yine masadan kalkan taraf Rumlar oldu ve “son şans” da harcandı. Ankara, artık adada hem kendi hem de Kıbrıslı Türklerin hak ve menfaatlerine uygun bir çizgi izleme konusunda kendisini serbest hissetmeli.

Ankara-Brüksel ilişkisinin mevcut haliyle devam etmeyeceği göz önüne alındığında şimdi mümkün olana ve bunun nasıl başarılacağına odaklanmak önem taşıyor. Ortaklığı zehirleyen ve anlamlı ilerlemeyi engelleyen tutumlardan karşılıklı kaçınmalıyız.

Yeni bir gerginliğe yol açmamak için her iki tarafta bir söylem kontrolü mekanizması geliştirilmeli, Türkler arasında cazibesini yitiren “üyelik havucu” ile sopa gösterme devrinin kapandığını kabul etmeliyiz. Artık on yıllardır süregiden yalanları öldürüp ilişkileri gerçekçi ve gelecek perspektifi açık, tam üyelik kazanımlarını çöpe atmayan yeni bir temele oturtmak gerekiyor. Aksi taktirde bugünleri bile mumla arayabiliriz bu gidişle.

Kutu

Böylesi kritik bir dönemde AB Daimi Temsilciliği’nde Büyükelçi Faruk Kaymakçı gibi genç ve dinamik bir diplomatın olmasını önemli bir kazanç görüyorum. Hem AB konularına derinliğine vakıf hem usta ve güvenilir bir iletişimci olarak sivriliyor. Kafası berrak. Türkiye’yi ve menfaatlerini etkili şekilde savunuyor.  Brüksel’de her gittiğimiz yerde hakkında olumlu şeyler duyduk. Daha önce Büyükelçi olduğu Bağdat’ta da benzeri bir performans sergilemişti. AB Bakanlığında da daha önce Kaymakçı’nın yerinde olan Selim Yenal’in Müsteşar koltuğunda oturması da doğru bir bürokrat ekiple çalışıldığını, aynı irade ve kaliteyi siyasete de çekmek gerektiğini gösteriyor.

Not: Yukarıdaki metin, Capital dergisinde 1 sayfaya sığdırılmak üzere özetlenerek yayımlanmıştır.